1 Mart 2011 Salı

BALIK ÇORBASI



EN SEVDİĞİ YAZARIN KİTABININ İÇİNDE İSMİNİZİN YAZMASI, HAYATTA KAÇ KERE BİR İNSANIN BAŞINA GELEBİLİR ACABA ?

Çok şanslıyım ki elma yayınevi sayesinde, en sevdiğim, kadın yazarın, kitabının yayın danışmanı olma şerefine nail oldum. Ursula k. le Guin 'in Fish Soup adlı eseri ,Kemal Atakay türkçeye kazandırdı. Resimleyen ise Vicdan İleri. Vicdan İleri öyle güzel iş çıkarmış ki ingilizce baskısında kullanılan resimlerden çok daha güzel, renkli.

İngilizce baskısının elime geçmesini sağlayan, ekşi sözlük yazarlarından biri olan, cakabo'ya buradan teşekkürü borç bilirim. Aldığım en güzel hediyelerden biri idi.





--- spoiler ---
Mohalı düşünen adam isimli bir adam vardı; maholu yazan kadın isimli de bir kadın. İkisi arkadaştılar.

Birkaç günde bir, adam düşünmekten yorulur ve kendi kendine “yazan kadın’ı ziyarete gideceğim” derdi. Nehrin üzerindeki köprüyü geçer, tepelerin arasından ilerleyen yolda yürümeye koyulur ve sonunda kadının dağınık evine ulaşırdı: farelerin havada uçuştuğu ve kedilerin her köşeye yastıklar kadar büyük tüy yumakları yığdığı bir evdi burası. Adam kapıyı çaldığında kadın yazısına ara verip seslenirdi: “buyurun!” kadın çorba tenceresine bakar, içinde çorba olmasını umut ederdi. Bazen tencerede fare olurdu. Tencerenin içinde fare varsa, kadın fareler uçup gidinceye kadar “kışş!” derdi. Çorba varsa, ısıtmak için tencereyi ocağa koyardı. çorba ısınırken, kadın kitapları masanın bir köşesine iterdi. sonra iki arkadaş oturup çorba içer, konuşur, yanlarından geçen farelere kaşık sallarlardı. sonrasında adam, ineğine yemek vermesi gerektiği için moha’daki evine doğru yol alırdı.

Bir iki gün sonra, kadın kitap yazmaktan, sayfaları dikip güzel renkli kapaklarla ciltlemekten sıkılırdı. İşi bırakır, mohalı düşünen adam’ı ziyaret etmek için ormanların içinden ve tepelerin üstünden uzayıp giden yolda yürümeye başlardı. Adamın evi derli toplu ve temizdi, ne kedi vardı, ne fare. Yalnızca bahçede yaşlı bir inek vardı, o da temiz, yaşlı bir inekti. Kadın adamı masasında ya da bahçesinde düşünürken bulurdu. birlikte adamın düzenli mutfağına giderlerdi. Kadın adamın patatesleri ezmesini, yeşil bezelyelere tereyağı sürmesini ve balığı yalnızca bu malzemeyle kızartmasını seyrederdi. Sonra birlikte ışıltılı masaya oturup yemek yer, konuşur, uçan düşüncelere çatal sallarlardı. ardından kadın, yemek vereceği kedileri olduğu için maho’ya evine doğru yol alırdı.

Bir gün ikisi, adamın ışıltılı masasında oturmuş, onun yaptığı karamelli pudingi yerken, düşünen adam: “düşünüyorum da” dedi.

“Evet”, dedi kadın.

“Düşünüyorum da, bir çocuğumuz olsa güzel olurdu.” dedi adam.

“Nedenmiş?” diye sordu kadın.

Adam bir süre düşündükten sonra, şöyle dedi: “biz meşgul olduğumuzda, çocuğumuz evlerimiz arasında gider gelir, mesajlarımızı birbirimize ulaştırırdı”.

“Benim sana söyleyecek bir şeyim olduğunda gelip kendim söylerim” dedi kadın.

Ama bu düşünce adamın zihninde yer etmişti ve bir türlü kurtulamıyordu. “bir çocuk”, dedi adam, “karamelli pudingi bitirebilirdi”.

“Ben de bitirebilirim” dedi kadın, bitirdi de.

Adam dalıp gitmişti. aklı, bir kız çocuğunun koşarken elbisesinin dalgalanmasında, ayaklarındaki ışıltıdaydı.

“Bu güzel yemek için sağ ol” dedi kadın. “bulaşıkları yıkamana yardım edeyim mi?” diye sormadı, çünkü biliyordu: adam onun bulaşık yıkama tarzından hoşlanmıyor, bulaşıkları kendisi yıkamayı tercih ediyordu. Kadın adamın düşünmekte olduğunu gördü, o yüzden iyi günler dileyip gitti.

--- spoiler ---

12 Şubat 2011 Cumartesi

LOVE AND OTHER DRUGS



Eğer medyayı yakından takip ediyorsanız, siz de benim gibi Entertainment Weekly kapağına şaşırmışsınızdır. Anne Hathaway genellikle cici kızı oynardı.Soyunacağını beklemezsiniz. Sanırım şimdiye kadar ki en iyi oyunculuğunu love and other drugs filminde gösterdi.



Jake Gyllenhaal ve Anne HathawayEd Zwick‘in dram-comedi filmi “Love And Other Drugs” da uzun zamanı çıplak geçirdiler. Jamie Reidy‘nin “Hard Sell: The Evolution of a Viagra Salesman” kitabından uyarlanan “Love And Other Drugs” filmin de Zwick bize 90'lardaki ilaç sektörüne dair bir hikaye anlatıyor.

Hathaway , Maggie rolü ile cinsel iştahı kabarık, özgür ruhlu kadını canlandırırken, Jake Gyllenhaal ise Jamie adında , kendini beğenmiş, özgüveni yüksek Pfizer satıcısnı canlandırıyor. Jamie'nin dünyası ikiden fazla kere ters köşe yapmış, sonra da güzel Maggie ile karşılaşmış ki hatun parkinsonun ilk aşamasında . Sonrasında Magie 'ye çok fena abayı yakıyor.

Başlangıçta,her iki tarafında, spor olsun diye, sevişme amacı varken, ilişki ilerledikçe her iki taraf da aşık oluyor.





Anne Hathaway 'i ikna etmek biraz güç olmuş. Balum her zaman sevimli karakterler oynuyordu. Bir yanı bu rolü almayı delice istemiş bir yanı da çekinmiş.Jake Gyllenhaal ise senaryonun ilk 10 sayfasını okuduktan sonra bu işe varım demiş. Senaryoyu bitirdiğinde ise ağlıyormuş.

5 Kasım 2010 Cuma

VIRGINIA WOOLF: GÖRÜNMEYENİN YAZARI




Bugün çok mutlu olduğum bir gün.Bundan tam bir yıl önce (Kasım 2009) Elma yayınevinin yayın danışmanları arasına katıldım. Bana çocuk kitapları serisine başlayacaklarından bahsetmişlerdi. Çocuk gelişimi uzmanı olarak çocuk kitaplarını okuyup değerlendirmem isteniyordu.

Bugün yeni kitap basılmış olarak elime geçti. Çocuklara özellikle de kız çocuklarına okutulmasını istediğim bir kitap. Kütüphanemin en nadide eserlerinden Kendine ait bir oda 'nın yazarı Virginia Woolf'un hayatını anlatıyor çocuklara bu yeni kitap.



Virginia konuşmaya üç yaşında başladı, acaba ilk söylediği söz neydi?

Babasının hazinesinde neler vardı?

Sessiz sözleri nasıl yakalıyordu?

Virginia ne yaptı da bir çok kadına örnek oldu?

Gizli sözler konuşabilir mi?





İngiliz yazar Virginia Woolf'un yaşamı bu kez sizimn için kaleme alındı. Tüm engellere rağmen kitap okumak ve yazmak,virginia için bir tutkuydu. Çocukluğunın renkli dünyasının size fısıldadıkları eşliğinde yol alırken tüm kalbinizle istediğinizde neler başarabileceğinizi görecek, yolunu kaybetmiş gizli sözleri keşfedeceksiniz.

19 Ekim 2010 Salı

Mide yoluyla felsefeye nüfuz etmek mümkün mü?


Can Yayınları’nın büyük ilgi gören Kırkmerak dizisinden yine dikkat çekici bir kitap, Filozofların Karnı. Gelmiş geçmiş en ünlü felsefecilerin düşüncelerini, tam da onların en sevdikleri yemekler üzerinden benzersiz bir üslupla anlatıyor okura. Aykırı bir yazardan, aykırı bir fikir ve aykırı bir kitap kısacası… Karnın ve beynin mükemmel birlikteliği, herkes için yazılmış şen bir bilgi kaynağına dönüşüveriyor.


Michel Onfray’in sınır tanımaz kaleminin ardından alternatif bir felsefe yolculuğuna çıkarıyorsunuz Filozofların Karnı’nda. Zeki, komik, etkileyici yaklaşımıyla Michel Onfray yalnızca felsefenin değil, edebiyatın da sınırlarını zorluyor. Fransa’nın son yıllarda dünya çapında parlayan filozofu Michel Onfray, Filozofların Karnı adlı bu eğlenceli yapıtında, felsefeye damgasını vurmuş filozoflara yiyeceklerle olan ilişkileri üzerinden yaklaşıyor. Düşünürleri büyük bir ziyafet sofrasına oturtuyor ve yemek yeme alışkanlıklarını, söylemleriyle eylemleri arasındaki farklılıkları sayfalara taşıyarak inanılmaz eğlenceli bir okuma şöleni yaratıyor. Filozofların beslenme alışkanlıklarının felsefelerini, düşüncelerini, yapıtlarını ve hatta yaşamlarını nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.



Kant, Nietzsche, Marinetti ve Sade hangi yemekleri severlerdi ve bu yemekler onları nasıl etkiledi? Çiğ ahtapot yemeyi sevmese Diogenes uygarlığa düşman olur muydu? Rousseau sürekli süt ürünleri yemek zorunda olmasa azla yetinmeye bunca methiye düzer miydi? Kabuslarında devamlı yengeçler gören Sartre, hayat boyu kabuklulardan tiksinmesinin bedelini ödemedi mi?



Onfray kışkırtıcı ve eğlenceli sorular sormaktan da geri kalmıyor: Acaba zihnimiz kadar midemiz de düşünür mü? Tarihimizi, özellikle düşünce tarihimizi hakkını yediğimiz midemizle bir kez daha düşünmek yararlı olmaz mı? Filozofların Karnı, felsefeye bambaşka bir tat katıyor, felsefeden korkanlar içinse lezzetli bir başlangıç sunuyor. Belki de Marx’ın önermesi doğrulanıyor böylece: İnsan ne yerse odur!

FİLOZOFLARIN KARNI

Yazar: Michel Onfray

Tür: Kırkmerak

Çeviri: Aykut Derman

Sayfa sayısı: 160

Fiyatı: 12 TL

Yayın tarihi: 19 Ekim 2010

12 Ekim 2010 Salı

Fitness maceram




Mayıs ayının ilk haftası fitness a başlamaya karar verdim. Amacım en az bir sene haftada 3 gün spor yapmaya odaklanmak ve tam bir sene sonra hedeflediğim görüntüye ulaşmak idi. Dana öncesinde aerobik,neopilates, yoga gibi şeyler denemiştim ama bunları evde tek başıma yapıyordum. İlk defa bir salona yazıldım. Aradan 5 ay geçmiş, ben, ısrar ve inat ile gitmeye devam ediyorum.





Benim ilk anda farkettiğim yararlarına gelecek olursak. Salona gitmek sosyalleşmeyi sağlıyor. Ortamda hem dostluk hem de hafif bir rekabet havası var. Ramazan döneminde salona gittiğimde, kimi zaman benden başkası olmuyordu. Salon tamamen bana kalmış gibi hissediyordum. Bu motivasyonu arttıran bir öge değilmiş meğerse. Diğer arkadaşlarımı görüp birlikte spor yapmak, aralarda kısa sohbetler etmek çok daha eğlenceli hale getiriyormuş.



İnsan tek başına olunca kendi sınırlarını o kadar da zorlamıyormuş.Salonda rekabet insanı geliştiren bir durummuş. Salon, aletler,arkadaşlar,sauna gibi unsurlar evet güzel ama asıl mühim olanı sizi doğru şekilde yönlendiren hocanın varlığı.

Çok şanslıyım ki Murat Ağbaba gibi profesyonel,kendini devamlı geliştiren, işini çok seven bir antrenör ile çalışma fırsatı buldum. Hedeflerimi ve ihtiyaçlarımı söylediğimde, buna uygun egzersiz programımı oluşturdu. Sizinle özel olarak ilgilenen bir antrenörle çalışmak insana kendini holivud starları gibi hissediyor .

Henüz işin çok başındayım.Yemeğe olan düşkünlüğümü de bilmeyeniniz kalmadı artık. Diyet yapabilen biri değilim. Amacım yavaş yavaş, oturarak yaptığım işim sonucu aldığım, kiloları, yavaş yavaş bir seneye yayarak, farkında olmadan vermek ve bunu kas kitlemi arttırarak yapmak idi.




Başladığımda ilk ay insanlar kilo vermeye başladılar. Benim tartıdaki durumum aynı idi. İkinci ayda da bir değişiklik olmadı rakamsal olarak ama santimsel olarak incelmeye başlamıştım). İlk üç ay tek kilo vermedim. Yediklerine dikkat edip 4-8 kg arası veren insanlar da vardı salonda. Ben bu üç aydan sonra kilo vermeye başladım rakamsal olarak. 62 kg ile başladım şu an 57kg yum. Bel kalça ve bacaklarım inceldi.



Neden rakamsal olarak incelmeye başladım? Ne değişti yaşantımda?

Koşmaya başladım. daha evvel tempolu yarım saat yürüyordum yarım saat koşmalı dinlenmeli interval denilen bir sisteme geçildi. Antreman programım ağırlaştı.Yediklerime dikkat etmeye başladım. Protein tüketim oranım arttı. Hedefim Mayıs 2011 de 52kg olmak.

Sanırım en mühim etkisi sporun beni mutlu etmesi ve çok ciddi bağımlılık yapması. Serotonin bağımlısı olduğumu itiraf edebilirim.

24 Eylül 2010 Cuma

Tibetin Gençlik Pınarı



Bir arkadaşımın( Didem 'in nam-ı diğer Ido Atlasian ) sağlık merakımı ve 140 sene yaşamayı istediğimi ,öğrendikten sonra bana tavsiye ettiği Tibetin Gençlik Pınarı isimli kitabı okuduktan sonra, okuduklarım ilginç geldi ve kaybedecek neyim var bir deneyeyim dedim.



Kitaptaki çok basit 5 egzersizin ilk hafta 3er kere yapılması öneriliyor. sonra her hafta 2, 2 arttırılıyor egzersiz sayıları ve çok az zamanınızı alıyor. Kitapta egzersizleri (kitaba göre ayinleri) yapan insanların hayatlarında olan değişikliklerden bahsedilmiş. o kadar abartı değişikliklere neden olup olmadıklarını bilemiyorum ama vücuttan toksinlerin atılmasına yardımcı olduğu, cildin daha iyi görünmesini sağladığı gibi ufak değşiklikleri gözlemlediğim insanlar oldu.



Arka kapaktaki tanıtım yazısı ;

Bu kitap gençlik pınarınin kadim ve gizemli himalaya daglarina giden ve onu bulan bir adamın gercek öyküsüdür!

Binlerce yıl boyunca yasak tibet bölgelerinin derinliklerinde gizlenen kayıp manastır, büyük özenle korunan genclik sırlarına sahiptir. Bu sır, uygulaması son derece kolay ama insanın yaşamını sonsuza dek değiştirme gücüne sahip olan beş kadim ayindir. Bu kitap, manastırda yaşanan lamalardan öğrenilen olağan üstü sır hakkında yazılmış tek kaynaktır. Kitapda açıklanan beş ayin, herkesin kendini çok daha genç hissetmesini ve görünmesini aynı zamandada daha büyük bir canlılık kazanmasını sağlayacak güce sahiptir



"İnsanın omurgası ne kadar esnekse o kadar gençtir."

22 Eylül 2010 Çarşamba

Lükse Övgü



Daha önceki kitap tanıtım yazılarımda size Can Yayınlarının Kırkmerak dizisinden bahsetmiştim. Lükse övgü bu dizinin yayınlarından biri.

Bir Sanattır Öğle Uykusu ile ülkemizde büyük ilgi gören Thierry Paquot, “Lüks dediğimiz nedir?” sorusuna, yine kendine özgü eğlenceli, zeki ve akıcı üslubuyla yanıt arıyor. Paquot, lüks deyince akla ilk gelen pahalı çantalar, parfümler, şık lokantalar, gösterişli eşyalar, hayal ötesi yolculuklar gibi unsurların çok daha dışına çıkarak, derinlere inerek ele alıyor lüks olgusunu. Dahası, sözcüğün çağrıştırdığı hemen her şeyin kökenlerine inip tekrar tanımlıyor bu olguyu.



Thierry Paquot lüksü, para ve ekonomi temelli bir toplumda insanın zamanını canının istediğince kullanabilmesi için bir araç olarak gösterirken, bir kere daha yerleşik düşüncelere şiddetle karşı çıkıyor. Lükse Övgü’de ele alınan lüks kavramı, ekonomik boyuttan çok öte bir davranış tarzı, kurtarıcı bir ölçüsüzlük, bireyi kendiyle uzlaştıran bir yaşama sanatı olarak öne çıkıyor. Paquot gereksiz olan şeylerin gerekli yanlarını keşfetme deneyimini “lüks” olarak adlandırıyor ve ona “ütopik” değerler yükleyerek belki de bu kavramı bugüne dek hiç irdelenmemiş yanlarıyla ele alıyor. Tabii ki lüksün mutluluk üzerine etkisini de gözden kaçırmadan sıralıyor düşüncelerini.



Thierry Paquot’nun Lükse Övgü’sü de tıpkı Bir Sanattır Öğle Uykusu gibi Can Yayınlarının Kırkmerak dizisi kapsamında yayınlanmış bulunuyor.



LÜKSE ÖVGÜ

Yazar: Thierry Paquot

Tür: Deneme

Çeviri: Orçun Türkay

Sayfa sayısı: 143

Fiyatı: 11,50 TL

Yayın tarihi: 21 Eylül 2010

Kadın Patron Olduğunda

Efsanevi mucit, “ kadınlar tarafından yeni çalışma alanlarının edinilmesi ” ve “ kademeli olarak liderlik gaspı ” nı öngörüyor. Mühendis, fi...